yaşam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yaşam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Mayıs 2013 Pazartesi

Yakalamaca

"Mutlu anlar" teğet geçmesin diye her şey. Az ya da çok hayata nasıl baktığımızla alakalı değil mi zaten...Nasıl bakarsak o! Fazla mı özlü sözlü laflar ediyor gibiyim?  Peki tamam o halde şöyle diyelim: kaçıp gitmesin o güzel anlar, tutalım bir yerlerinden, yakalamaca oynayalım biraz, hııı olmaz mı?


Şu dışarı çıkan "dil", sadece bir dil değil benim için. Konuşuyor benimle, "bugünü ve bu nefis tadı hiç unutmayacağım" diye fısıldıyor kulağıma:)


Paylaşıyoruz Dünya`yı...Bu kadar yakın, bu kadar da güzeller üstelik. Doğaya çıkınca her hışırtıya kulak kabartın, bir ziyaretçi (yoksa ev sahibi mi demeliyim?) mutlaka çıkar bir yerden. Kibarca yaklaşırsanız o da cömertçe kendini gösterir. Acaba o da bizi gördüğüne bizim kadar seviniyor mudur dersiniz?


Uludağ yolu...Kozalak görünce dayanamayanlar grubuna başkan adayı olabilirim. Kozalak görmenin/toplamanın mutlulukla olan bağlantısına inananlardanım belki de...


Bahçede her gün aramıza yenileri katılıyor. Zevkle takipçisiyim onların, açan her çiçeğin ya da tomurcuğun...


Bu da diğer bir dost! Avucumuza düştü. Daha fazla korkutmadık onu, hemen evine geri bıraktık, gözden kayboldu hızlıca...


"Çocuk tadı" gelsin hayatına, üfle üfleyebildiğin kadar Semi... Neden Karahindiba demişler ki adına?


Örnek al çocukları; doğuştan mutlu onlar, doğuştan dürüst! Yalan dolan varsa hayatlarında bil ki kaynak biziz...

Geçen haftanın özeti bu post. Hayattan çaldığımız ya da yakaladığımız minik mutluluklar...
Siz hangi mutluluklar yakaladınız geçen hafta?

19 Kasım 2012 Pazartesi

Dünya Tuvalet Günü`nde de Doğulur mu Arkadaş!


Kanıt benim! (ve doğum tarihi 19 kasım olan diğerleri)

Kaynak: milliyet.com.tr
Doğum günüm vesile olsun, bu özel günü biraz anlatayım da en azından bir gerçekle daha hepimiz yüzleşelim.

Dünya Tuvalet Birliği`ne göre amaç, insanların hijyen konusunda bilinçlenmesi ve konuya dikkat çekilmesi. Fikir babası ise Jack Sim. Kısaca biraz rakamlarla göz atalım:
  • Dünya nüfusunun sadece 1 milyar kadarı kanalizasyon sisteminden faydalanıyor. Bunun %60`ı arındırılmadan nehirlere/göllere akıtılıyor.
  • Dünyada yaklaşık 2.6 milyar insan, tuvalet ihtiyacı için hijyenik şartlara sahip değil.
  • Örneğin Hindistan`da nüfusun yarısından fazlasının evinde tuvalet yok!
  • Birleşmiş Milletler raporlarına göre dünyada her yıl 5 milyondan fazla çocuk hijyenik olmayan şartlar yüzünden hayatını kaybediyor.
  • Birleşmiş Milletler, 2001 yılında aldığı kararla 19 Kasım`ın Dünya Tuvalet Günü olarak kutlanmasına karar verdi.
  • Bugüne kadar 19`dan fazla ülkede ve 51 etkinlikle kutlandı.
  • Etkinlikler, sorunların belirlenmesi, çözüme ulaşması için kar amacı gütmeyen kuruluşları, akademisyenleri, devlet yetkililerini ve sanayicileri bir araya getiriyor.
  • Konuyla ilgili daha çok okumak isteyenler: WTO (World Toilet Org.)
Benim Dünya Tuvalet Günü`nün varlığını bilmem geçen yıla rastlar. (çıkarılan sonuç: evet, demek ki yeteri kadar gazete okumuyorum.) Evin muzip oğlu Peer Ole, bir proje için 'google amca'ya danıştıktan sonra kahkahalar atarak yanıma geldi:) (ne aradı da bu sonuca ulaştı bilmiyorum, hatta kendisi de bilmiyor:)) 
Artık doğum günüm yaklaşırken ortalığa "Dünya Tuvalet Günü yaklaşıyorrrrrr" diye laflar atıyor velet! Ya da "anne ya, Tuvalet Günü`nde doğulur mu" diyor:)
Ben mi? Dünya nüfusunun sadece yarısına dahil olmam gerçeğiyle yüzleşince insan tuvalete gidip, akan suya ve klozete bakıp saygı duruşuna geçiyor:)

26 Eylül 2012 Çarşamba

Kapı Açık Kalsın, Yeni Gelenler Hoş Gelsin!

Çocukken bana ya da eve yeni bir şey alındı mı heyecan dorukta olur, eve gelen giden hangi komşu varsa mutlaka görmek/ilgilenmek zorunda bırakılırdı tarafımdan:) Hele bayram öncesi; elbisemi, ayakkabımı günler önceden giyer, izleyicilerle prova bile yapardım. Çocukça işler bunlar ama zaman bana cömert davrandı belki de ve ben hiç yaşlanmadım. (yani en azından bu anlamda)
Ne olduğunun hiç önemi yok, elime yeni bir şey geçerse heyecan yaparım, göremeyecek olanlara da anlatırım -ki eksik kalmasınlar... Neyse ki blogum var da birçok şeyi buradan toptan hallediyorum:)
Daha önce tadımlık bahsettiğim (bkz: tık) babamdan miras kalan pul koleksiyonunu yeniden bulduğumdan beri arada çıkarıp bakıyorum, nasıl bir kültür saklı, neler anlatıyorlar bana...Bu düşünceler arada sırada bana uğrarken sevgili blog arkadaşım Sinem`in bloğunda pullarla ilgili bir post okudum. (Sinem`le İstanbul`da The Great Masters sergisinde tanışıp kaynaşmıştık.) "Neden devam etmiyorum ki pul koleksiyonuna, çocuklar için de süper olur, ne de olsa artık kimse mektup-kart göndermiyor/almıyor (postcrossing yapanlar hariç, mesela bkz.Jasojan), onlara bırakacak değerlerden biri bence...." gibi gibi düşünürken PTT`nin filateli internet sitesini öğrenip sipariş veriyorum ve bir hafta içinde elimde olan bu harika pulları yaklaşık iki haftadır gelene-gidene gösteriyorum:)


25 Haziran 2012 Pazartesi

Yarım Saat Dediğin Üç Saatte Geçer Mi?

Bu pazar sabahı anneanneden dönen Kai Felix, içinde minik ölü bir balık olan kavanozla yatağımın başına gelip üzerime atladı:) Annem ikna edememiş, kıyıda kumla oynarken bulduğu ölü balığı "anneme göstermem lazım" deyip kapmış getirmiş. Ben dahil tüm ev halkı gördü, inceledi balığı. Biraz konuştum, yarın balığın cenaze töreni var bizde, beklerim:)
Peer Ole kamptan tahmin ettiğimiz gibi yorgun döndü. Geçen yıldan biraz daha farklı bir program izlenmiş, özetle; bir gece çadırda kampçılık eğitimi, takım oyunları, okçuluk, el becerileri, yüksek ip çalışmaları gibi yoğun bir aktivite programı uygulamışlar.
Kız popülasyonunun geçen yıla göre biraz daha fazla olması Peer Ole`nin çok hoşuna gitmese de, sonuç olarak belli ki eğlenmişler, öğrenmişler, bol hareket etmişler, biraz daha büyümüşler...
Üzerine bir de arınma yaşadılar, her türlü elektronik alet kampta yasak çünkü. Akşam belli bir saatte aradık ama web sitelerinden bize verdikleri şifre ile girip o günün fotoğraflarına bakabildik.
Hala duymayan kaldıysa bir kez daha vereyim adresi: Campwolftrack

Çocukların eve döndüğünü anlamak, hissetmek hiç zor değil bizde. Sabahki balık gösterisinden sonra, bir fasıl kampta yapılmış bileklik üzerine kriz yaşandı, arkasından kahvaltı masasında dökülen yaklaşık bir litre süt ve sonrasında iki saat süren mutfak temizliği, tabii ki gün içerisinde atışmalara devam...
Eve hoş geldiniz gençler!


Semi anne bir hafta boyunca (abartısız) yan gelip yattı, devirdi çanağı:) Evde mutfağa kahvaltı hariç hiç girmeyip, hemen hemen her akşam dışarılarda mekan mekan gezdi, lafladı, yedi, içti...
Bu arada 21 haziranda kutlanan Dünya Müzik Günü`ne katıldım. F.S.M.Bulvarı trafiğe kapatılmış, tüm akşam her köşeden ayrı bir ses duymak mümkündü. Genci, yaşlısı, çocuğu...
Oh içim açıldı insanları öyle görünce, keşke müziğin insanları birleştirici bu yönü hep ön planda olsa diye iç geçirdim. (hayat bayram olsa misali...)
Bizim evde bizi en çok birleştiren yer ise mutfak! Kriz ortamında hadi kek yapalım desem herkes atlar:)
Bugünkü menüde silip süpürdüğümüz limonlu kek vardı, yanında dondurma ile.
Kekin pişmesini bekleme sürecinde çocuklar daha ne kadar kaldı diye ısrarla sorunca, yarım saat falan dedim. Peer Ole, "offf ya yarım saat, üç saatte geçmez şimdi" diye bir pıtırcık attı ortaya, anlamsızca suratına baktım, yaniiiiiii??? anladı ve kendini tutamadı:)))


8 Haziran 2012 Cuma

Dünya Ters, Ben Ne Yapayım

Herkes gibi 'normal' olduğumu zannettiğim dönem, kalemi ilk elime aldığımda benim için bitmişti! Solaktım, bu bana bir şey ifade etmiyordu ama etrafımdakilere bakarsam ters giden bir şeyler vardı. "Aaa solak bu kız, ne yapacağız şimdi?" diyen annemden, o çok sevdiğim karpuzun şantaj malzemesi yapılması birbiri ardına geldi. "karpuz veririm ama .......". Yer miyim, yemem tabii. Sol elime ihanet, nerde görülmüş:) Buna benzer durumlarla çok karşılaştım, ta ki aklıselim biri (bu dedem olur) çıkıp "çocuğu rahat bırakın, sülalede başka solaklar da var" diyene kadar... Başıma geleceklerden habersiz ama artık özgürdüm!


Bir solağın başına ne gelebilir ki diyenlerdesiniz, buyrun:

Bir hevesle okula başladığımda oturduğum sıradaki çocuklar hep benden şikayet ettiler: "Örtmenim koluma çarpıyoooor! Örtmenim yazım onun yüzünden yamuk oldu!"gibi cümlelerin muhatabı hep ben oldum ve tabii yeri değiştirilen de:)

Büyüdüğüm dört çocuklu evdeki durumum da bundan farklı değildi ki! Köşeler hep benim oldu:)

Dışarıda yemek yediğimizde de benim için yemek düzeni bıçak sağda, çatal solda olmadı hiç. Oturduğum masalarda yaptığım ilk iş yerlerini değiştirmekti:) Bıçağı sol elimle kullanırdım ve bırakıp çatalı da soluma alıp öyle yerdim:)

Güzel yazı yazma dersinde kullandığım dolma kalem başımın belasıydı benim için. Sağlaklar yazı yazarken bir taraftan kururken, ben yazınca elim sürekli henüz kurumamış yazıya değerdi, ifrit olurdum.

Üniversitede kolçaklı sandalye kabusum başladı! Amfide yapılan derslerde sorun yoktu ama küçük sınıflarda kolçaklı sandalyede yazı yazmak fena bir durumdu. Bundan da kötüsü kolçaklı sandalyede sınava girmekti! Çünkü kolçak kısmında sol elle yazı yazmak için vücudumla dönmem gerekiyordu. Arkadakinin kağıdından kopya çekerim diye bu sefer kolçaklım ve ben ön taraflara hocanın yakınına zorunlu geçiş yapardık.

Ehliyet almak için direksiyonun başına geçince vitesi değiştirmek için dünden hazır sol elimi sakinleştirip, öncelikle sağ elimi terbiye etmem gerekiyordu:)

Şimdi durum nasıl?

Farklı değil ki!
%100 solak yaşama devam!

Yaşamımı kolaylaştıran bir takım alet edevatım var tabii; mesela solak dikiş makasım, solak cezvelerim (teşekkürler Hisar), solak soyma bıçağım gibi...

Küçükken sorun olmayan yemek sorunu, şimdi şık bir davette ufak bir problem benim için. Masa düzeni sağlaklar için olunca ve böylesine bir davette bıçağın yerini de değiştiremediğimden sağ elimdeki bıçakla et kesmek kabus halini alır. Ya savaşırım bu durumla, ya da pes edip et yemekten vazgeçip rahatlarım.

Solaksanız muhtemelen kepçenin akış yeri ters tarafta kalır ve siz etrafa damlatmadan koyamazsınız, tıpkı cezve gibi. Konserve açacağı ile takla atarsınız, ütü masasını sizden önce bir sağlak kullanmışsa çevirirsiniz:)

Sağlak dünyaya göre her ne varsa bize terstir. Ters yöne döner mesela kalemtıraş!

Sadece bir tarafında görsel olan kupadan bir şey içerken görsel ters tarafta kalır. Masa başına oturunca bilgisayar faresi de yer değiştirir, oradan az önce bir solak kalktığını anlarsınız:) Solak biri ekmek keserken karşısındaki sağlak birinden "ayyyy şimdi elini keseceksin" cümlesini hayatında en az bir kez duymuştur:)

İnsanların solak çocuklarına karşı ilk tepkileri ise hep ikna etme yolundadır. Çünkü solak olmak terstir, kötüdür hatta. Temeli ta geçmişe uzanır. (hatta günümüzde hala...) Şeytan soluyla yer içermiş mesela, bir dönem satanizm işareti olmuş, bir dönem solakların büyücü olduğuna inanılmış! Mitolojiden, dini öğretilere kadar solaklık hep uğursuz, kötü olarak kabul edilmiş.

Dünya nüfusunun hepi topu %10`u civarıyız yani korkulacak bir durum yok!

Yıllarca Einstein, Mozart, Picasso gibi dahilerin solak olmasından yola çıkıp -züğürt tesellisi- "solaklar daha zeki olur" dense de, ispatının olmaması durumu geyik muhabbetinden öteye taşımaz:)) Sadece bazı spor türlerinde rakibini şaşırtmak yoluyla başarılı olan solakların hakkını yemeyelim ama:)

Not1: Tüm bu anlattıklarıma ekleme yapacak olan solaklar varsa aranızda yorumlarda belirtebilirsiniz.
Not2: Solaklara daha iyi davranın, çünkü Dünya yeteri kadar ters bize:))

21 Mart 2012 Çarşamba

Tombalak Bebeğin Fotoğraf İntikamı

Baharın geldiğini anlamak için ne dışarı burnunuzu çıkartmanıza gerek var, ne de hava durumuna göz atmanıza. Blog alemi kâfi:) Çiçektir, böcektir, pazar gezmeleridir, güneştir, sıcaktır, hormonlardır, oh be yaz geliyor durumlarıdır...bloglar kendinden geçmiş durumda...Herkes bıkmış bu kış demek ki, kar, kardan adam ve soğuk muhabbetlerden.
Bana sorarsanız değiştiremeyeceklerim söz konusuyla hayatta fazla bıdılamam, depresyona da girmem. Bunları yapmak istersem havadan bağımsız zaten yapıyorumdur:))

Elimde atmaya kıyamadığım epey eski bir GEO sayısında yaratıcı insanlarla ilgili bir dosya var ki kaçıncıya okuyorum. Yaratıcılık ve zeka kavramları irdelenmiş, büyük adamların nasıl bu denli yaratıcı olabildikleri ortaya konmuş, araya da özlü sözler kıvamında büyük insan lafları serpiştirilmiş.
"Dehanın yüzde 1`i ilham, yüzde 99`u ter dökmektir." (Thomas Edison)
"Yaratıcılık, aklın düşünmeye engel olmayı bıraktığı yerde başlar." (Anonim)
"Her insanda öldürülmüş bir Mozart yatar." (Antoine de Saint-Exupéry)
Bana 'vay be' dedirten şu son laf oldu, Antoine de Saint-Exupéry`e ait olan. Bizler acaba içimizde kimleri öldürdük, hangi yaratıcı yönümüz sisteme kurban gitti ya da görmezlikten gelindi?
Ya şimdi neler yapıyoruz, yeterince keşfedebiliyor muyuz çocuklarımızı, yoksa onlar da sistemin yeni kurbanları mı? Yok yok gece vakti derin sularda yüzme niyetim yok!

Zamanla, olgunlaşma sürecinin de getirisiyle ben kendimde öldürülmüş çok şey buldum. Çok acıklı bir şey söylemiyorum, bu hepimiz için geçerli. Rakamlarla hiç işimin olmadığını anladığımda yıllarım para politikası, vergi, istatistik...dersleri arasında çoktan uçup gitmişti.

İçimde bir fotoğrafçı olduğunu söylemem absürt olur ancak fotoğraf çok geç kalmış keşiflerden biridir benim için....Hafta sonu hormonlar tabii ki beni de esir aldı, açık hava keyfi bana da şöyle bir merhaba dedi. Aldım elime makineyi başladım etrafa rahatsızlık vermeye...Ters insanın hali başka, söylemesi ayıp (nedense) severim de muhalif insanları... "Yeteri kadar renkli aleme daldım" diye bir düşünceniz olup siyah-beyaz nostaljisine kıyısından bakmak isterseniz diye baymamak adına hepsini koymadım, tadımlık kalsın.



İkisini de "anne" sömürüsüyle fotoğrafladım. Kai Felix`i bisiklete binerken yakaladığımdan oldukça keyifliydi. Peer Ole ise ruhunu ve tüm enerjisini dağda bıraktığından "of anne yaaa" dedikten sonra ancak böyle durabildi:)



Lavantalı kuşlarım durumu sakin karşıladı:)



Bugün de Muddel kediyi kanepede uyuklarken taciz ettim, önce şöyle bir baktı "bu manyak nerden geldi" dedi konuşma balonunda. Sonrasında bir esnedi, mesajı aldım tüydüm hemen:)



Bir sıkıntım olsa da gitsem bir psikoloğa ya da psikiyatriste, meşhur yatağa uzansam, anlatacağım ilk hikaye sanırım ta eskilere dayanan fotoğraf sancım olurdu. Bebeklik, çocukluk fotoğraflarım o kadar sayılıdır ki, o kadar olur yani. Hani doğumumdan 5 yaşına gelene kadar baksam baksam 5 fotoğrafı geçmez! Anneme sorarsam bir ara makine yokmuş, sonrasında film yanmış falan da filan. Bana sorarsanız üç kız çocuğun üzerine bir ümit erkek mi derken ben doğunca çok talep görmemişim zahir:)))

Tombalak bebek benim, beni tutmaya çalışan ise 3 nolu ablam:)




29 Şubat 2012 Çarşamba

Kıymetlim!

Fotoğrafa bakan anlamıştır sanırım annem olduğunu:)
Herkesin annesi kıymetlidir, özeldir. (babaları belirtmeme gerek yok sanırım)
Benimki de öyle, gelir ve geldiği gibi her işime koşturur. Zannetmeyin ki çıtır bir durumu var, tam 72 yaşında! (bilmiyorum ne dersiniz, maşallah mı dersiniz, tahtaya mı vurursunuz ama bir şey yaparsınız artık:)
"Gelmişken mantı açayım, sarma sarayım, ütü yapayım" modunda tüm zaman geziyor evin içinde. Frenlemezsem kendimi kötü ve tembel hissetmeme yol açıyor bu durum:)
Bazen çok konuşur, saymayı yıllar önce bıraktığım için kaçıncı baskı olduğunu bilemediğim hikayeleri tekrar, tekrar ve tekrar dinlerim. Kimi zaman tanımadığım, bilmediğim insanlar söz konusu, kimi zaman dizi kahramanları, kimi zaman hasta-doktor hikayeleri....Olsun, kulağım aşınacak değil ya, günlük yaşamda ne saçmalıklar dinliyorum, annemi mi dinlemeyeceğim yani! Dinliyorum, hatta yetmiyor üzerine nadide yorumlar yapıyorum:)
Hiç bitmeyen "ben senin yaşındayken..." diye başlayan cümlelerin sonu gelmez. Bende beğenmediği ne varsa suratıma vuracak cüreti vardır, canımı yakar bu durum bazen. Mesela hep koyu renkleri giymemi hiç beğenmez (ona göre yaşlı renkleri bu renkler), neden makyaj yapmam hiç anlamaz (kadın dediğin kendine bakar, hiç olmazsa ruj sürer), kilo alırsam yandım (kendine hiç bakmıyorsun der), çocuklara sesim yükselse (aaa sen de çok bağırıyorsun çocuklara der), telefonla çok konuşursam (neden bu kadar çok arıyorlar seni der), arayan bir erkek arkadaşsa (kadın-erkek arkadaş olmaz der)...
Ha bir de kız çocuk takıntısı var ki, yıllardır başımın belası. Kendisi dört kız doğurup tekne kazıntısında (bu ben:)) ancak durmuş, benzer performansı benden bekliyor. Hiç olmazsa bir kere daha doğurursam belki kız olurmuşmuşmuş....
Cevabım her zaman net, "hiç niyetim yok" olmasına rağmen, bitmedi kız çocuk muhabbeti.
Yetmiyor bir de çocukları dolduruyor konuyla ilgili. Çocuklara "kız kardeşiniz olsa ne güzel olur değil mi" tarzı soruları özellikle ben yokken soruyor artık. Nasıl mı biliyorum, ikisi de gelip "anne sen çok tembelmişsin, kız çocuk yapmıyormuşsun. Anneannem öyle söyledi" gibi dedikoduları hiç vakit kaybetmeden yumurtluyorlar:))
Ama tüm bu provokasyon bir işe yaramıyor, kız konusu bizim evde komple kapsam dışı!
Bilirsiniz anne olduktan sonra insan hayata da, ailesine de, özellikle annesine bambaşka bir gözle bakar. Ben nasıl bir anneyim şimdilik bilemiyorum ama olmak istediğim bir anne modeli var, yani en azından ne olmak istediğimi biliyorum, -ki bu da iyi bir şey:) Örneklemem gerekirse, hani Kaybedenler Kulübü`nde Serra Yılmaz`ın anne rolü var ya, işte ondan istiyorum. (oh be siparişi verdim rahatladım:))
Oğlanlar "özledim" dememe gerek kalmadan gönülden gelsinler bana, sahte bir saygı değil, içten bir saygı olsun aramızda, sevgililerinin dedikodularını yapalım, hatta bazen konsere gidelim keyifle, sevdikleri yemekler olsun, beraber girelim mutfağa bazen, ortak sevdiğimiz müzikleri dinleyelim, yeni albümleri, filmleri tartışalım, işlerini anlatsınlar, tartışalım da zaman zaman...bildiğiniz hayat işte, ama kaprisi, nazı alınmış, dürüstlük önde....
Önümde uzun yıllar üzerinde çok çalışmam gereken bir ödev listesi var ve ben neyse ki bu durumun farkındayım:)

Annemi çok sevdiğimi yazmış mıydım?

Not: Anneme bu yazıyı önizleme olarak gösterdiğimde bana "ablan da görecek mi bu yazıyı" diye sordu, "evet" dedim, peki "İngiltere`deki ablan?", "evet" dedim, "aslında tüm dünya!" Şaşkın gözlerle baktı bana:) Ne hatırladım dersiniz, "Peki, Zeki Müren de bizi görecek mi?":)))))

15 Kasım 2011 Salı

Geriden Takip

Bayram da geçtikten sonra yılbaşı ve Noel ile haşır neşir durumum arttı. Beni takip edenleriniz bilir, diktiğim ve bloğumda gördüğünüz her şey beni yansıtır, benim zevkimdir, renklerimdir. Yani herkes gibi aslında, fikirler, kafamdan geçenler de kendi ihtiyaçlarımdan doğuyor.
Hediye vermeyi çok önemserim, vaktim olduğu sürece plastik mağaza poşetlerinde hediye vermemeye özen gösteririm. İçindeki çok basit olabilir ama sunumu göz doldurmalı. Yukarıda gördükleriniz ve benzerleri bu düşünceyle çıkıyor ortaya.
Kurabiye Adam`ın böylesini ilk kez çalıştım. Hikayenin kötü bitmesine rağmen ailece severiz kendisini, daha önce kurabiye olarak da lüpletmişliğimiz oldu:)



Günlerden pazartesi olmasına rağmen kahve keyfimi eksik etmedim. Yanında çifte kavrulmuş fıstıklı Safranbolu Lokumu eşliği ile keyif doruklarda. Bayramda hangi diyarda gezdiğimi tahmin etmek zor değil herhalde. Biraz annemi ziyaret, biraz da yol üstü olan Safranbolu. Yıllar önce de gittiğim ve çok sevdiğim yer orası, şimdilerde beğendiğim yerleri çocuklarla bir kez daha ve çocuk gözüyle keşfediyorum. 1994 yılından beri Unesco Dünya Kültür Mirası listesinde yer alan Safranbolu`yu pek çok yönüyle beğenirken 'keşke' dediğim şeyler de yok değil. Mesela dünyayı saran 'Made in China' salgınından korunması gereken bir yer burası. Böyle bir yerde sadece ve sadece el emeği ve yöreyi anlatan, yöreye ait işler görmek ister gözüm ve paşa gönlüm.

Bu arada "Food Styling" , yemek stilistliğinin neden gerekli olduğunu yandaki fotoğrafı çekme çabalarımda köpüğüyle cebelleşirken anladım. İyi bir kare yakalayana kadar köpüğün güzelliğinden eser kalmadı. 

Yanımızda bir de o çok değerli safran bitkisinden getirdik. Bu kadar çabuk açıp güzelliğini sergileyeceğini bilmezdim.
Bilenleriniz vardır mutlaka ama gene de not düşeyim: 80.000 çiçekten yarım kilo safran çıkarılıyor. Kendi ağırlığının 100.000 katı suyu sarı renge boyar. Ağırlığına göre dünyanın en pahalı baharatı, kilosu 15.000 TL! İnanılmaz değil mi?




Gitmeyenler için biraz daha Safranbolu.....



Sadrazam İzzet Mehmet Paşa tarafından yaptırılan "İncekaya Su Kemeri". Sonbaharın boyadığı renklerde yürüyüş için ideal!



Gene İzzet Mehmet Paşa tarafından 1797`de İngiltere`den getirtilen saat kulesi günümüzde hala çalışıyor. Saatin bakımını üstlenen aslında kundura ustası olan İsmail Ulukaya kırk yıldır bu işi gönüllü yapmakta olduğunu söyledi.Yarım saatte bir ve her saat başı çalan çanı duyabilirsiniz.

Fotoğraflardan biri de "Bulak (Mencilis) Mağarası" na ait. Türkiyenin 4.büyük mağarası, gerçekten etkileyici. Toplam uzunluğu 6042 metre. Birbirine bağlı 3 kattan oluşuyor ve mağaranın sadece 400 metresi ziyarete açık.

*Safranbolu fotoğrafları eşimden, teşekkürler kendisine:)

13 Eylül 2011 Salı

Adamı Bozar, Bünyeye Zarar

Hemen harekete geçmeli...Starbucks`ta asortik bir kahve içmeli, alışveriş merkezi ziyaret edilip tüketime katkı sağlamalı, tv`deki reytingi bol dizilerden birine dalmalı ya da politik bazı tartışmaları izleyip nerde yaşadığım hatırlanmalı, dalgınlığı bırakıp yol çukurlarından kaçmak için gerekli manevraları yapmalı....kısaca arınmalıyım Viyana ziyareti sonrası....En büyük katkı aylardan eylül olmasından dolayı çabuk geldi, okul telaşı daha ertesi gün sardı ev ahalisini. Unuttum, gördüğüm onca görsel şöleni, unutulmaz tarihi, Mozart`ı, sanat kokusunu, saygılı insanları, temiz çevreyi, "Schnitzel"`i, "Kaiserschmarrn"`ı, kahvenin tadını...

Schloss Schönbrunn ve Spanische Hofreitschule



"Die Minoritenkirche"(1786)


Der Stefansdom (1365)


Mozart`ın yaşadığı pek çok evden bazıları....




"Sachertorte"`nin orjinali işte burada, aynı zamanda otel burası.
Franz Sacher (1816-1907), 16 yaşında yapmış ilk Sachertorte`sini....Günümüzde hala tartışma konusu (hatırlatayım bizdeki İskender), isim hakkını otel almış "Original Sacher-Torte" ama başka bir pastanede mahkeme sonucu bu ismi almış: "Demel's Sachertorte" Aradaki fark marmelat kat sayısı!


Normal ölçülerde bir insaoğlu kaç tane yiyebilir ki?


Viyana Televizyon Kulesi`nden Bungee Jumping yapmak mı???


Sanal değilim, duyurulur:)

26 Ağustos 2011 Cuma

Turta Anjelika


Bahçemizdeki bu harika eriklerin adı Anjelika imiş, balık hafızam unutmadan yazayım dedim. Can eriği ile mürdüm eriği arasında olan bu erik üstelik çok da faydalıymış. (Sanırım bütün erikler için geçerli yazılanlar):
"vücuda güç ve enerji verir. Beden ve zihin yorgunluğunu giderir. Sinirleri sakinleştirir. Kansızlığa iyi gelir. Erik sindirim sistemine de faydalıdır. İştah açıcıdır. Hazmı kolaylaştırır. İdrar söktürücüdür ve kabızlığı giderir. Vücuttaki zararlı maddeleri dışarı atmaya yardımcı olarak böbrekleri dinlendirir. Romatizmaya iyi gelir. Östrojen seviyesini dengelediği için özellikle menopoz dönemindeki kadınlar için faydalıdır."
Meyvelerin hepsi öyle ya da böyle faydalı, vitamin deposu vs.olduğuna göre demek ki tek bir meyveye takılmamak lazım:))
Geçen sadece fotoğrafını koymakla yetindiğim turtanın tarifini 'yoğun' istek üzerine sizlerle paylaşayım, bu arada turtanın adını defterimde de Turta Anjelika olarak değiştirdim...Ölçü olarak 'gr' kullanıyorum, biraz zor gelebilir, idare edersiniz değil mi?

Malzemeler
250 gr .un
Çay kaşığı kadar kabartma tozu
65 gr.şeker
1 paket vanilya (eğer varsa vanilya çubuğundan tercih ederim)
1/2 limon kabuğu rendesi (isteğe bağlı)
Birazcık tuz
1 yumurta
150 gr.tereyağ (oda sıcaklığında)
Tarçın

Hazırlanışı
Erikleri yıkayın, çekirdeklerini çıkarıp elma gibi dilimleyin. Biraz şeker ve tarçın serpip bekletin.
Un ve kabartma tozunu karıştırın. Daha sonra içine tuz, şeker, limon kabuğu rendesi, vanilya, yumurta ve tereyağını da koyup yoğurun. Yağlanmış kek kalıbınızı önceden ısıtın.
Hamuru kek kalıbının (26 cm.lik kullanıyorum) içine düzgün  bir şekilde yayın. Erikleri kabukları alta gelecek şekilde hamurun üstüne dizin. 170 derecede 40-45 dk.pişirin.
Yanında vanilyalı dondurma veya krema ile servis yapılabilir.
Not: Aynı tarifi elma ile de deneyebilirsiniz.

Ve tatil öncesi bir de çocukları olanlara kitap önerim var: Tübitak`tan mayıs 2011`de piyasaya çıkmış bu kitapları çok beğenerek aldım. Hem pek çok çocuğun sevdiği gibi çıkartmalı, hem de bilgi dolu.


İçinde 100`den fazla bitki ve hayvan mevcut olan bu kitaplarda, tanımları ve resimleri de kullanarak her çıkartmayı doğru bitiki ya da hayvanla eşleştiriyoruz. Bu arada yetişkinler olarak bazı hayvanları ilk kez gördüğümüzden bizim için de oldukça ilginç diyebilirim.
Tübitak kitaplarını mutlaka takip edin derim, hem çocukların dünyayı keşfi için çok faydalı, hem fiyatları da gayet makul.
Bu arada hepinize gönlünüzce bir bayram tatili dilerim...

5 Temmuz 2011 Salı

Yapsak Yapsak Ne Yapsak?

"Tatilde ne yapılır" sorusunun pek çok cevabı olabilir -ki çocuğun yaşına, huyuna suyuna bakılarak böyle bir soruya cevap bulunabilir. Bizim ev hali için düşünürsek kışın hemen hemen her fırsatta yapılan aktivitelere yazın da devam edilir. Evimizin nüfusuna kayıtlı bireyler oldukça beyaz tenli olduğundan ötürü öyle saatlerce havuza gidelim, suda oynayalım, öğle sıcağında dışarda kalalım, bronzlaşalım gibi istekleri duymazsınız. (Sevdiğim bir dostum elbise giydiğim ender günlerden birinde bacağımda beyaz çorap olduğunu düşünüp bir hayli bunun geyiğini yapmıştı:)) Dışarı çıktığımızda ise 50 faktörden aşağısı kurtarmıyor bizi...Oğluş Peer Ole yazın artan çillerinden fena şikayetçi olup kendisini iğrenç bulmakta! Hoş ona sorarsanız kızlar da iğrenç ve nesli tükenmesi gereken insan türlerinden. Ailece tuhafız yani...
Oğluş Peer Ole bu hafta teknolojinin gerekli/siz (çoğu zaman da gereksiz) tüm getirilerinden uzakta bir yerde, kampta. Doğayla mücadeleyi öğrenecek, tırmanacak, yürüyecek, kano eğitimi alıp çadırda kalacak. (bizden uzakta, Campwolftrack) Sevgili eşimle bir zamanlar kar mağarasının konforunda yemek yapıp, birde üzerine uyuyup geceyi geçirmiştik,  ki o gün tarihe benim ilk kampım olarak geçer. Ah aşk...!!! Sonrasında pek çok çadırlı kamp tutkuyla girdi hayatımıza. Çadırda kalmak şart değil, çıkın doğaya, tırmanın, zirve yapın ya da sadece yürüyün, ne kadar iyi geldiğini anlarsınız...
Küçük oğluş Kai Felix de anneannesinde tatilde. Bu hafta edi-büdü durumundayız, Kai Felix söyleyişiyle: ne garip! Anneme gitmeden önce ufak çaplı kesme-katlama projesi hayata geçirdik.




 
Hayatın keyfini çıkarmak isterseniz kedileri örnek alın derim:

25 Ocak 2011 Salı

Mantarların Küçük Bir Kısmı Aktiviteyle Tüketildi!



Ev tipi bir hatun olduğumdan sanırım kış aylarının kasveti, yağmuru, çamuru, soğuğu beni pek bağlamaz. Evde çay-kahve keyfi de olur, akşam sohbetine peynir-şarap ikilisi de eşlik edebilir, hiç itirazım olmaz:) Böyle mevsimsel bir girişten sonra gelelim pazar akşamı Alaçatı dolaylarından gelen, mutfağımı şereflendiren bir kasa dolusu lezzet küpü mandalinalara... Zaten ayıla bayıla yediğim mandalinalara o günden beri daha bir müptelası oldum.
Diğer bir konu da evde biriken ya da severek 'ağız tadıyla' biriktirdiğimiz mantarlar! Mantar da çok yönlü bir aktivite aracı...Kumaş baskısından tutun, bardak altlığı, nihale, pano ilk aklma düşenler. Çocukların da etkin katılabileceği birşey düşünürken bakın neler yaptık...
Yılana karar verdikten sonra mantarları kesme işi zannettiğimden zordu. İğneyi de öylece batıramadık, önce çivi ile zorladık sonrasında iğne iplikle çalıştık.


Çocuklardan biri yılanla meşgulken, diğeri mantar kafalar boyamayı tercih etti.

24 Kasım 2010 Çarşamba

Aşk Lokumları



Ne anlamlı, ne içi dolu, ne vurgulu bir ifade şekli bu...Herşey Aşk`tan...Birkaç gün önce tanıştım, tanıştırıldım iyi bir dostum vesilesiyle, yoksa hebersizdim bu güzellikten, ağızda kalan nefis tattan. Geleneksel yöntemlerle üretilen lokumların öyküsü Mardin`den geliyor. Harika kutu tasarımları da bu güzelliği yalnız bırakmıyor. Herşey Aşk`tan bu kadarla sınırlı değil, girin bakın, dalın dünyanın hoşluklarından birine, hayal dünyasına, unutun yaşam telaşını....


1 Temmuz 2010 Perşembe

Tatil Aktiviteleri ve Bahçemiz 2010

Beklenen tatil geldi ve herkesi ben de dahil çocukları nasıl oyalarım, koca yaz ne yaparız telaşı aldı. Büyük oğlum tatilin iki haftasını anneannesinde geçirmek üzere ege sahillerinde....Küçük oğlum Kai Felix ise aktivite denilince zaten yerinde duramayan bir çocuk. Yaşından da dolayı daha çok kes-yapıştır-boya tarzı şeyleri seviyor. Aşağıdaki çalışması da öyle oldu, önce bardak yardımıyla yuvarlaklar kestik, onları katladık, kırptık, çiçek haline getirdik. Sonrasında da sap, yaprak ve çiçeği kağıt üzerine yapıştırıp olayı bitirdik!


Bahçemiz birkaç haftadır epey renklendi, Meyve ağaçlarımız meyvelerini cömertçe sergilemeye başladı. Kuddel ve Muddel da güneşin tadını çıkaranlar kervanına çoktan katıldı:))