gezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
gezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
2 Temmuz 2015 Perşembe
Gaziantep
Algıda seçicilik tam da böyle bir şey sanırım: uzun zamandır karşıma en sık çıkan şehirlerden biri Gaziantep. Ya yakın çevremden biri gidiyor, ya bloglardan ya da dergilerden okuyorum vs. Herkes ağız birliği yapmış gibi hakkında çok güzel şeyler okuyorum veya dinliyorum. Sanki herkes Gaziantep`e gitmiş bir ben kalmışım gibi hissediyorum. Geçen sene niyetlenip kısa vadede uçak ve otel ayarlama işine girince bir kez daha anladım ki Gaziantep en az Paris kadar popüler olmuş da haberim yokmuş:)
20 Ekim 2014 Pazartesi
Bu Son, Gerçekten!
Merak etmeyin blogu kapatıp, pılı pırtıyı toplayıp gidiyor değilim. Sadece İzlanda yazılarına nokta koyuyorum, zaten bu kadar uzun uzun anlatmamın sebebi hem gitmek isteyenler için biraz olsun bilgi içermesi, hem de kişisel tarihime not düşmek istemem. Daha da uzatmak istesem işim kolay, bu yazıda yer alan her fotoğraf bir 'post' aslında.
Peer Ole balık tutmayı çok sevdiğinden böyle bir turu orda da kaçırmadı. Ve akşam yemeğimizi bu balıklardan (sanırım Morina balığı deniyor) üç tane tutarak rahatlıkla çıkardı:) Ek bilgi; çok iyi organize olmuş bu ve benzeri turlarda balık tutup, teknede temizletebiliyorsunuz. Dilerseniz restoranda, dilerseniz evde afiyetle yiyorsunuz.
Peer Ole balık tutmayı çok sevdiğinden böyle bir turu orda da kaçırmadı. Ve akşam yemeğimizi bu balıklardan (sanırım Morina balığı deniyor) üç tane tutarak rahatlıkla çıkardı:) Ek bilgi; çok iyi organize olmuş bu ve benzeri turlarda balık tutup, teknede temizletebiliyorsunuz. Dilerseniz restoranda, dilerseniz evde afiyetle yiyorsunuz.
3 Temmuz 2013 Çarşamba
Temponu Düşür, Yavaşla!
Burası Sığacık/Seferihisar, diğer ünvanıyla "Sakin Şehir" ya da "Cittaslow". Türkiye`nin ilk "Sakin Şehir"i. Cittaslow, Slow Food hareketinden doğmuş, İtalyanca citta (şehir), İngilizce slow (yavaş ama bu hareket için sakin daha doğru) kelimelerinin birleşmesinden ortaya çıkmış bir kentler birliğidir.
1999 yılında İtalya`da kurulan Cittaslow, nüfusu 50.000`nin altındaki kentlerin üye olabildiği sürdürülebilir bir yerel kalkınma modelidir. Üyelerin ve adayların çevre ve altyapı politikaları, kentsel kalite için teknolojiler, yerel üretimi korumak, misafirperverlik, farkındalık, slow food faaliyetleri gibi başlıklar altında 59 kriter çerçevesinde projeler geliştirmesi ve uygulaması gerekmektedir.
Katılan yeni kentlerle birlikte dünyadaki Cittaslow sayısı 174`e yükselmiştir. Türkiye`de ilk olarak 2009 yılında Seferihisar (İzmir)`la başlayan "Sakin Şehir" hareketi, en son katılan Halfeti (Şanlıurfa) ile sayısı 9`a ulaşmıştır. Yenipazar (Aydın), Gökçeada (Çanakkale), Taraklı (Sakarya), Perşembe (Ordu), Yalvaç (Isparta), Vize (Kırklareli), Akyaka (Muğla) diğer "Sakin Şehir"lerimiz.
Çevre politikası içinde yer alan maddelerden biri olan "kentsel çöp ve özel atıkların ayrıştırılarak toplanmasının teşvik edilmesi ve yaygınlaştırılmasına yönelik projeler"in izlerini şehirde pek çok yerde görmek mümkün.
Günlerden pazar ise Sığacık`ta gideceğiniz adres belli. Kalenin içinde tamamen yerel üretimi teşvik amacıyla kurulan Sığacık pazarı sizi bekler. Her şey kendi üretimleri olmak şartıyla sebze-meyve, el işleri, sabun, makarna, zeytinyağı, reçeller, börekler, sarmalar, baklavalar, gözlemeler... hepsi harika, hepsi leziz...Bir bakmışsınız bu renk cümbüşünde dalıp gitmişsiniz.
Çevre politikası içinde yer alan maddelerden biri olan "kentsel çöp ve özel atıkların ayrıştırılarak toplanmasının teşvik edilmesi ve yaygınlaştırılmasına yönelik projeler"in izlerini şehirde pek çok yerde görmek mümkün.
Günlerden pazar ise Sığacık`ta gideceğiniz adres belli. Kalenin içinde tamamen yerel üretimi teşvik amacıyla kurulan Sığacık pazarı sizi bekler. Her şey kendi üretimleri olmak şartıyla sebze-meyve, el işleri, sabun, makarna, zeytinyağı, reçeller, börekler, sarmalar, baklavalar, gözlemeler... hepsi harika, hepsi leziz...Bir bakmışsınız bu renk cümbüşünde dalıp gitmişsiniz.
Pazarın her tarafını geziyorsanız "Zeytinden" dükkanını mutlaka göreceksiniz. Leman Hanım ile tanışıp belki bir çayını içeceksiniz.
En son ne zaman böyle bir bakkala girdiniz? Sığacık`ta herkesin bildiği adıyla "Hacının Yeri" ya da "Baykan Market". Hâlâ veresiye defteri de kullanılan bakkalda yok yok, herkes birbirini tanıyor, herkes konuşkan...Çek bir tabure, muhabbete katıl:)
Sığacık`ta biraz kaybolun ara sokaklarda. Adı üzerinde "Sakin Şehir", yavaş burada her şey. Bakın neler çıkacak karşınıza. Hep diyeceksiniz ki "bozulmasın burası" böyle kalsın, olduğu gibi...
Yürümekten yorulduğunuzda kıyıdaki çay bahçelerinden birine atın kendinizi, okuyacak bir şeyleriniz olsun, yanına demli bir çay...
Günlerden cumartesi ise her cumartesi Seferihisar`da belediye ve Buğday Derneği işbirliği ile 15 hazirandan beri Ulamış Mahallesi`nde kurulan, Türkiye`nin en çevreci, en sosyal-kültürel, en yerel, en ucuz organik pazar olma konusunda da iddialı olan Seferihisar %100 Ekolojik Pazarı`na da uğrayabilirsiniz.
Vakit sıkıntınız yoksa çevredeki koylarda tekne turu yapabilir, Sığacık`a 2 km. uzaklıktaki Teos Antik Kenti`ni görebilir, Akkum, Mavi Teos, Ekmeksiz gibi plajlarda denizin tadını çıkarabilir, bir akşam kıyıdaki balık lokantalarından birinde Ege`nin lezzetli mezeleri eşliğinde rakı-balık yapabilirsiniz.
Mutlu Eller`i takip eden az çok bilir. Geri dönüşüme her zaman kucak açarım, ihtiyaç olmadan sadece tüketmek mantığıyla yapılan hiçbir şeyi desteklemem, bu sebeple Uyanma Saati gibi oluşumlar her zaman dikkatimi çeker. Tıklayın okuyun, videoları izleyin, "peki ne yapalım" kısmındaki önerilere kulak verin. Uygulanabilirlilik düzeyi tartışılabilir ama yumuşak bir geçişle söylemem gerekirse elimizden geldiği kadar...
28 Ağustos 2012 Salı
Gördüğüm Bir Yana, Ya Göremediğim?
Gereken yapıldı. Gezip görme kısmı bitti, yazma işi en zor etap olarak duruyor önümde günlerdir. (günlerdir? haftadır desem:)) Ufak bir girişle açıyorum konuyu...
Her defasında yeni yeni yerler keşfedip bir türlü bitiremediğim gibi zamanla çocuklarla birlikte şehrin çocuksu yanına da tanık oldum, oluyorum. İnsana bitmeyecekmiş gibi gelen "çocuk sever" mekanlar, her gün başka bir kapı aralar. Dünyanın en büyük minyatür mucizesi model trenler, fen-matematiği deneme yanılma ile öğreten çocuk müzesi, Elbe`de, kanallarda gezinti, içinde geyiklerin, yaban domuzlarının, baykuşların ve birçok kuş türünün yaşadığı doğal parklar, açık hava müzeleri, sürekli yenilenen programlarıyla planetaryum, çocuk tiyatroları, botanik parkı bunlardan akla ilk düşenler...Bazılarına defalarca gittik hiç bıkmadan, her seferinde bakalım bu kez ne var programda diyerek.
Bilinçli ya da bilinçsiz unuttuğum, atladığım detayları zaman içersinde olur da konu denk gelirse açarım tekrar:) Bloglarınıza yoğun değilse bile uğradım zaman zaman, okudum sizleri, özledim tekrar yazmayı. (ve tabii yorumlarınızı) Facebook, Twitter ya da Instagram...Bloğun yeri apayrı benim için:)
Hoş geldim ya da hoş geldiniz beni tekrar okumaya...
Not: Fotoğraf makinesini tembel psikolojisi ağır basıp yanıma almadığımdan fotoğraflar ancak bu kadar oldu. Özür!
Hamburg, 2 milyonluk nüfusuyla Almanya`nın en büyük limanına sahip şehri, aynı zamanda Avrupa`nın çevre dostu şehirler sırlamasında Amsterdam ve Malmö`den sonra üçüncü sırada. Şehir içindeki parklarıyla, Elbe Nehri ve kanallarıyla, tarihi binaları ve müzeleriyle, meşhur St.Pauli bölgesi ile tam bir şehirdir; görülmesi, yaşanılması gereken...Benim için tüm bu özellikleri bir yana yeri bambaşka elbet. Yıllar önce sevgilimin şehri olarak tanıyıp, sonrasında birkaç aylığına Almanca öğrenmek için gidip sayısız anıyla döndüğüm şehri ben hiç yalnız bırakmadım, o da beni.
Aklımızda hiç olmayan ise bambaşka bir deneyim yaşattı bize. Karanlıkta kısa bir süreliğine de olsa görememekti! Nasıl bir duygu olmalı ki, yani hiç mi göremeyiz soruları kafamızda telefonla arayıp randevu aldım. Dialog im Dunkeln ya da Dialogue in the Dark! Konsept basit; gidip karanlıkta görme engelli bir rehber eşliğinde özel hazırlanmış odalarda ormanda yürüyüp, pazarda dolaşıp, şehir trafiğine karışıyorsunuz.
Girişte cep telefonu, ışık ya da parlayan saat vs.benzeri şeyleri bırakmanız isteniyor sizden. Grup 10 kişilikti, karanlığa girince bir ses karşıladı bizi, yumuşak ve içten. Elimizdeki sopaları nasıl kullanmamız gerektiği konusunda kısa bir bilgiden sonra isimlerimizi söyledik. Bir sonraki durakta anladık ki rehber isimlerimizi çoktan ezberlemişti. Girdiğimiz ilk oda ormandı, bastığımız zemin çamur gibi, kulağımızda kuş sesleri. Bir köprüden geçtik, pazar yerine geldik, meyveleri sebzeleri tezgahtan dokunarak isimlerini söyledik. Rehber konuştuğundan onun sesine göre ve bazen de sağ-sol komutlarına göre bulduk yolumuzu. Şehir trafiği ise sanırım bana göre kendimi en çaresiz hissettiğim bölümdü. Korna sesleri, insan curcunası, bir şehir merkezinde olan her türlü kaos...Karşıdan karşıya geçmeye çalışmak beni ürküttü. Son aşamada bir kafeye gelip bir şeyler içtik, gene karanlık ve servis elemanları görme engelli. Bir yandan da soru cevap şeklinde sohbet ettik. Yanımda oturan Kai Felix bir ara kulağıma eğilip "anne burası ne güzel bir yer değil mi?" dedi! Evet, bence de. Çıktık, "gören" dünyamıza geri döndük ama kafamız allak bullak!!! Dünyada 6000 kişiden fazla görme engelliye iş imkanı sağlayan proje bizi çok etkiledi. Öyle ki unuttuk gözlerimizle gördüklerimizi, soranlara anlattığımız ilk şey "göremediklerimiz" oldu!
İstanbul`da da benzer bir yer olduğunu biliyor muydunuz? (bkz. Karanlıkta Yemek)
Freilichtmuseum am Kiekeberg)
Chocoversum)
Hamburg`a gelip Alster`e uğramadan gidilmez! Kanallar bize küsmesin...(bkz.Alster)
Sadece mızıkacılar mı? Böttcherstraße, Schnoor, Bremer Dom, UNESCO Kültür Mirası Bremer Rathaus...Beck`s bira ya da Hachez çikolata, Werder Bremen... (başka başka neler var, bkz.Bremen)
Böyle yerler hiçbir zaman sıkıcı olmaz. "Ben artık tüm hayvanları tanıyorum, ne işim var orada" diyemezsiniz. Hayvanların bazıları yanınızdan geçer, okşarsınız, beslersiniz. Mutlaka bir program vardır; okçuluk eğitimi, rehberli yürüyüş olur, çocuk doğum günleri kutlarsınız, okul grupları için türlü türlü projeler olur, dilerseniz bir gününüzü hayvan bakıcısı olarak çalışarak geçirebilirsiniz...Bizim gittiğimiz gün vaşak günüydü. Vaşak ile ilgili aktiviteler, yüz boyamalar, pati izi çıkarmalar, vaşak beslenmesi vs. (bkz. Wildpark Schwarze Berge)
İstanbul`da da benzer bir yer olduğunu biliyor muydunuz? (bkz. Karanlıkta Yemek)
Freilichtmuseum am Kiekeberg)
Chocoversum)
![]() |
Alster, bulutlar ve biz.... |
![]() |
Bremen! Mızıkacılar bildiğimiz gibi, sessiz sedasız duruyorlar öylece. Ayaklarını okşayıp dilek tutanlarla meşguller:) |
![]() |
Wildpark Schwarze Berge: Hayvanları doğal ortamlarında tanımanın en güzel yeri! Müthiş bir orman, çocuklar için salıncaktan, kaydıraktan öte bir oyun parkı... |
![]() |
Biz mi? Seçmece son haller! |
Hoş geldim ya da hoş geldiniz beni tekrar okumaya...
Not: Fotoğraf makinesini tembel psikolojisi ağır basıp yanıma almadığımdan fotoğraflar ancak bu kadar oldu. Özür!
8 Mayıs 2012 Salı
Go Semi Go!
"Çok ihmal ettik, daha sık gitmeli doğaya..."
Dağda geçirilen bir günün ardından ağzımdan çıkan ilk cümleydi bu.
Oysa biz böyle miydik; her fırsatta dağda çadırda, kışın kar kampında, kayakta geçiren insanlardık. Sırt çantalarımızı alıp, İskoçya`nın muhteşem doğasında "The West Highland Way" yapıp, çadırda kalmamış mıydık balayında? Biraz milli kahraman William Wallace`ı da tanıyalım, birkaç "Scotch Whisky distilleries" gezelim diye toplam 154.5 km.lik bu yolu ancak yarılayabilmiştik:)) Aklım hala tamamlayamadığım parçada...
Sonrasında aile büyüdü, o da etkilemedi bizi. Birkaç yıl Polonya`da devam eden yaşantımızda bebeğin de taşınabildiği türden bir dağcı çantasıyla attık kendimizi ormana, dağa...
Son birkaç yıldır ise çocukların büyümesiyle artan hafta sonu faaliyetleri, çocuk doğum günleri, veli toplantıları, performans sunumları, özel günler derken günümüzün en kıymetlisi "zaman" bize sormadan akıp gidiyor.
Bazı değerler çocukken daha iyi öğrenilir; insanoğlunun doğayla, hayvanlarla dost yaşaması gibi, mücadele ruhu kazanmak, hedefe ulaşmak gibi...
Doğa bize karşı bu kadar cömert, öğretmeye her zaman açık. Bizler aslında kimi zaman yaşamın zorluğundan, bazen de peşinden koştuğumuz sahte değerler eşliğinde görmezden geliyoruz yanı başımızdakini.
İtiraf edeyim; bence yeterli olmadığını düşünsem de elimizden geleni yapmanın rahatlığı var üzerimde...
Peer Ole, 5 yıldır kayakçı olma yolunda ilerlerken, geçen yaz okuluyla birlikte Serdar Kılıç`ın kurduğu Campwolftrack Doğa ve Macera Kampı`na gitmesiyle de farklı bir boyut kazandı. Yepyeni bilgilerle dolu, Serdar Kılıç`la da tanışmanın heyecanıyla döndü kamptan.
Sonrasında NTV`de yaptığı tüm programların sıkı takipçisi olduk. Böyle insanlara ihtiyaç çok Türkiye`de, biyografisini okuyun ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız. Campwolftrack sayfasında şöyle diyor özetle:
"TOPRAKLA BAĞ KURMAK" yalnızca çocuk için değil toprak için de yararlıdır. "Nature" (İngilizce' de "doğa") Latince' de köken, kişilik, bünye gibi şeylerin yapısı anlamına gelen natura sözcüğünden, bunun da ötesinde doğmak anlamına gelen nasci sözcüğünden gelir. Doğa, hangi biçimde görünürse görünsün, bir çocuğa anne babasının dünyasından farklı, daha yaşlı ve daha büyük bir dünya sunar. Televizyondan farklı olarak, zamanı çalmak şöyle dursun, onu genişletir. Yıkıcı bir aile ortamında ya da çevrede yaşayan bir çocuk için şifa sunar. Çocuğa, üzerine kültürün hayal ürünlerini çizip yeniden yorumlayabileceği boş bir yaz-boz tahtası sunar. Tüm duyuların tam kullanımını teşvik ederek çocuğun yaratıcılığını destekler. Kendisine bir şans tanınan bir çocuk dünyanın karmaşasını kırlara götürecek, derelerde yıkayacak, ters yüz edecek ve ardından ne olduğuna bakacaktır. Doğa bir çocuğu korkutabilir de ama bu korku da bir amaca hizmet eder. Çocuk doğada özgürlük, hayal gücü için alan genişliği ve mahremiyet bulur, alçak gönüllü olmayı öğrenir. Biz çocukları öğrenmenin, gücün ve zorluklara meydan okumanın yeri olan yabanla yeniden buluşturuyoruz. Ondan bir daha kopmaması için çalışıyoruz. Hep aklımızda olsun doğada nesli tükenmekte olan tür "doğadaki çocuktur".
Geçenlerde isabetli bir kararla bu yaşadığımız döngüden çıkmak lazım deyip attık kendimizi yollara.
Hedefimizi küçük koyduk, zirve yapamazdık henüz. Planda Uludağ/Ketenli Yayla vardı ama ufaklık yolda su kaynattı, biraz erken kestik:))
Çocuk gözüyle neler mi gördük; bir kere kuş sesleri eşlik etti bize, koyun sürüsü ve sürüyü kollayan köpekler, yolunu şaşırmış kaplumbağa, su birikintileri içinde yaşayan kurbağalar, büyük büyük karıncalar, mantarlar, yol kenarlarında kozalaklar...
Ağaçtan düşmüş bir kuş yuvası içimizi burkarken, elimize alıp nasıl yapıldığını görünce daha çok üzüldük. Çalı-çırpı arasında buldukları plastik parçaları da yuvanın içine almışlardı kuşlar:((
Çoğunuz biliyordur umarım, sağda solda bazı insan taklidi yapanların attığı çöpler birçok kuş türünün neslinin tükenmesine yol açıyor. Konu ile ilgili kısa filmlerden birini izleyin, çocuklarınıza izlettirin.
Doğanın dengesini bozmak niye, bunu hiç anlamıyorum. Üstelik bizden beklenen büyük bir şey değil; zarar vermeyeceksin, koruyacaksın hepsi bu!
Dağcı adam gittiği yerde yediği içtiği ne varsa çöpünü alır, 20-25 kg.luk yükünün bir tarafına sıkıştırıp, onca yolu çöpüyle beraber yürür geriye. Mangal yapan adam arabasıyla mümkünse doğanın içinde gidebildiği yere kadar gider, yer-içer, çöpünü ortalığa saçar ve basar gider! (istisna mutlaka vardır)
Bilmem anlatabildim mi?
Bahsettiğimin parayla pulla, eğitimle hiç alakası yok. İspatlayan örnekleri çok gördüm...


Günün devamında etrafta buldukları ağaç kabuklarından birer yelkenli yapıp yüzdürdüler, kaplumbağayı önce incelediler, sonrasında yalnız bıraktıklarında zannedildiği kadar da yavaş yürümediğine karar verdiler:))
Dünyada hangi en en en.........oyuncak çocukları böylesine keyiflendirebilir? (ekrana kilitleyen PC oyunlarını saymazsam)
Ne kadar hazır sunarsak oyuncağı o kadar çabuk bıkmıyorlar mı?
Pazarlama taktikleri öyle bir çöreklenmiş ki üstümüze, "satın almanın gücü adına" herkes küçük büyük almaya çalışıyor.
Bunun bir tuzak olduğunu bile bile de düşüyoruz bazen içine:)
Yürürken sohbet koyuydu(!), evimizin fenomeni Serdar Kılıç`tan bahsettik. Kai Felix ikide bir "anne Serdar Kılıç buraya kesin basmıştır, değil mi" deyip durdu:))
Ufaklık yoruldum dediğinde "öyle TV karşısında fındık fıstık eşliğinde Serdar Kılıç izlemeye benzemez" yürüüüüü dedim:))
Çok hevesli, kampa gitmeyi o da istiyor ama yaşı tutmuyor henüz...
Bir aksilik olmazsa okullar kapanınca Peer Ole gene kampta olacak. Program boyunca tek başına yaptığı dağ evinin bitmiş halini, köpekleri Rüzgar ve Gölge`yi yerinde görmeye...
Veeee son olarak; geçen postu kapatırken gittiğim bir konserden bahsedip bırakmıştım, yarım iş olmasın. Müzik konusunda bu blogta birkaç kez yazdım bir şeyler. Tavrım, tadım belli.
Ama iyi müzik olduğunda hiç pas geçmem, köyümün sınırlarını da aşar giderim gerekirse:)
Geçtiğimiz haftalardan birinde Birsen Tezer ve ekip müzisyenleri geldi buralara, daha önce dinleyip mest olduğum ekipte, bu kez bas gitarda Gürol Ağırbaş. Ahkam kesecek değilim, ki zaten ekipten akustik gitar çalan Tunç Öndemir benden önce davrandı, konserin detaylarını yazdı çoktan:)
Yapılan popüler müzik olmayınca seyirci kitle pek belli olmaz, hele burada hiç. O akşam durum iyiydi, herkes memnun ayrıldı geceden.
Tunç ile bir önceki konserde tanışmıştık, sonrasında bloğu vasıtasıyla haberleşmelerimiz devam etti. Aynı zamanda müzik öğretmeni olan Tunç`un bir de kendi grubu var: TAXI BAND.
Blogunda müzisyen diliyle konserleri değerlendiriyor, fotoğraflar, bazen de videolar paylaşıyor. İlgilenirseniz; Müzisyenin Sahne Günlüğü...
Dağda geçirilen bir günün ardından ağzımdan çıkan ilk cümleydi bu.
Oysa biz böyle miydik; her fırsatta dağda çadırda, kışın kar kampında, kayakta geçiren insanlardık. Sırt çantalarımızı alıp, İskoçya`nın muhteşem doğasında "The West Highland Way" yapıp, çadırda kalmamış mıydık balayında? Biraz milli kahraman William Wallace`ı da tanıyalım, birkaç "Scotch Whisky distilleries" gezelim diye toplam 154.5 km.lik bu yolu ancak yarılayabilmiştik:)) Aklım hala tamamlayamadığım parçada...
Sonrasında aile büyüdü, o da etkilemedi bizi. Birkaç yıl Polonya`da devam eden yaşantımızda bebeğin de taşınabildiği türden bir dağcı çantasıyla attık kendimizi ormana, dağa...
Son birkaç yıldır ise çocukların büyümesiyle artan hafta sonu faaliyetleri, çocuk doğum günleri, veli toplantıları, performans sunumları, özel günler derken günümüzün en kıymetlisi "zaman" bize sormadan akıp gidiyor.
Bazı değerler çocukken daha iyi öğrenilir; insanoğlunun doğayla, hayvanlarla dost yaşaması gibi, mücadele ruhu kazanmak, hedefe ulaşmak gibi...
Doğa bize karşı bu kadar cömert, öğretmeye her zaman açık. Bizler aslında kimi zaman yaşamın zorluğundan, bazen de peşinden koştuğumuz sahte değerler eşliğinde görmezden geliyoruz yanı başımızdakini.
İtiraf edeyim; bence yeterli olmadığını düşünsem de elimizden geleni yapmanın rahatlığı var üzerimde...
Peer Ole, 5 yıldır kayakçı olma yolunda ilerlerken, geçen yaz okuluyla birlikte Serdar Kılıç`ın kurduğu Campwolftrack Doğa ve Macera Kampı`na gitmesiyle de farklı bir boyut kazandı. Yepyeni bilgilerle dolu, Serdar Kılıç`la da tanışmanın heyecanıyla döndü kamptan.
"TOPRAKLA BAĞ KURMAK" yalnızca çocuk için değil toprak için de yararlıdır. "Nature" (İngilizce' de "doğa") Latince' de köken, kişilik, bünye gibi şeylerin yapısı anlamına gelen natura sözcüğünden, bunun da ötesinde doğmak anlamına gelen nasci sözcüğünden gelir. Doğa, hangi biçimde görünürse görünsün, bir çocuğa anne babasının dünyasından farklı, daha yaşlı ve daha büyük bir dünya sunar. Televizyondan farklı olarak, zamanı çalmak şöyle dursun, onu genişletir. Yıkıcı bir aile ortamında ya da çevrede yaşayan bir çocuk için şifa sunar. Çocuğa, üzerine kültürün hayal ürünlerini çizip yeniden yorumlayabileceği boş bir yaz-boz tahtası sunar. Tüm duyuların tam kullanımını teşvik ederek çocuğun yaratıcılığını destekler. Kendisine bir şans tanınan bir çocuk dünyanın karmaşasını kırlara götürecek, derelerde yıkayacak, ters yüz edecek ve ardından ne olduğuna bakacaktır. Doğa bir çocuğu korkutabilir de ama bu korku da bir amaca hizmet eder. Çocuk doğada özgürlük, hayal gücü için alan genişliği ve mahremiyet bulur, alçak gönüllü olmayı öğrenir. Biz çocukları öğrenmenin, gücün ve zorluklara meydan okumanın yeri olan yabanla yeniden buluşturuyoruz. Ondan bir daha kopmaması için çalışıyoruz. Hep aklımızda olsun doğada nesli tükenmekte olan tür "doğadaki çocuktur".
Geçenlerde isabetli bir kararla bu yaşadığımız döngüden çıkmak lazım deyip attık kendimizi yollara.
Hedefimizi küçük koyduk, zirve yapamazdık henüz. Planda Uludağ/Ketenli Yayla vardı ama ufaklık yolda su kaynattı, biraz erken kestik:))
Çocuk gözüyle neler mi gördük; bir kere kuş sesleri eşlik etti bize, koyun sürüsü ve sürüyü kollayan köpekler, yolunu şaşırmış kaplumbağa, su birikintileri içinde yaşayan kurbağalar, büyük büyük karıncalar, mantarlar, yol kenarlarında kozalaklar...
Ağaçtan düşmüş bir kuş yuvası içimizi burkarken, elimize alıp nasıl yapıldığını görünce daha çok üzüldük. Çalı-çırpı arasında buldukları plastik parçaları da yuvanın içine almışlardı kuşlar:((
Çoğunuz biliyordur umarım, sağda solda bazı insan taklidi yapanların attığı çöpler birçok kuş türünün neslinin tükenmesine yol açıyor. Konu ile ilgili kısa filmlerden birini izleyin, çocuklarınıza izlettirin.
Doğanın dengesini bozmak niye, bunu hiç anlamıyorum. Üstelik bizden beklenen büyük bir şey değil; zarar vermeyeceksin, koruyacaksın hepsi bu!
Dağcı adam gittiği yerde yediği içtiği ne varsa çöpünü alır, 20-25 kg.luk yükünün bir tarafına sıkıştırıp, onca yolu çöpüyle beraber yürür geriye. Mangal yapan adam arabasıyla mümkünse doğanın içinde gidebildiği yere kadar gider, yer-içer, çöpünü ortalığa saçar ve basar gider! (istisna mutlaka vardır)
Bilmem anlatabildim mi?
Bahsettiğimin parayla pulla, eğitimle hiç alakası yok. İspatlayan örnekleri çok gördüm...
Günün devamında etrafta buldukları ağaç kabuklarından birer yelkenli yapıp yüzdürdüler, kaplumbağayı önce incelediler, sonrasında yalnız bıraktıklarında zannedildiği kadar da yavaş yürümediğine karar verdiler:))
Ne kadar hazır sunarsak oyuncağı o kadar çabuk bıkmıyorlar mı?
Pazarlama taktikleri öyle bir çöreklenmiş ki üstümüze, "satın almanın gücü adına" herkes küçük büyük almaya çalışıyor.
Bunun bir tuzak olduğunu bile bile de düşüyoruz bazen içine:)
Yürürken sohbet koyuydu(!), evimizin fenomeni Serdar Kılıç`tan bahsettik. Kai Felix ikide bir "anne Serdar Kılıç buraya kesin basmıştır, değil mi" deyip durdu:))
Ufaklık yoruldum dediğinde "öyle TV karşısında fındık fıstık eşliğinde Serdar Kılıç izlemeye benzemez" yürüüüüü dedim:))
Çok hevesli, kampa gitmeyi o da istiyor ama yaşı tutmuyor henüz...
Bir aksilik olmazsa okullar kapanınca Peer Ole gene kampta olacak. Program boyunca tek başına yaptığı dağ evinin bitmiş halini, köpekleri Rüzgar ve Gölge`yi yerinde görmeye...
Veeee son olarak; geçen postu kapatırken gittiğim bir konserden bahsedip bırakmıştım, yarım iş olmasın. Müzik konusunda bu blogta birkaç kez yazdım bir şeyler. Tavrım, tadım belli.
Ama iyi müzik olduğunda hiç pas geçmem, köyümün sınırlarını da aşar giderim gerekirse:)
Yapılan popüler müzik olmayınca seyirci kitle pek belli olmaz, hele burada hiç. O akşam durum iyiydi, herkes memnun ayrıldı geceden.
Tunç ile bir önceki konserde tanışmıştık, sonrasında bloğu vasıtasıyla haberleşmelerimiz devam etti. Aynı zamanda müzik öğretmeni olan Tunç`un bir de kendi grubu var: TAXI BAND.
Blogunda müzisyen diliyle konserleri değerlendiriyor, fotoğraflar, bazen de videolar paylaşıyor. İlgilenirseniz; Müzisyenin Sahne Günlüğü...
15 Kasım 2011 Salı
Geriden Takip
Bayram da geçtikten sonra yılbaşı ve Noel ile haşır neşir durumum arttı. Beni takip edenleriniz bilir, diktiğim ve bloğumda gördüğünüz her şey beni yansıtır, benim zevkimdir, renklerimdir. Yani herkes gibi aslında, fikirler, kafamdan geçenler de kendi ihtiyaçlarımdan doğuyor.
Hediye vermeyi çok önemserim, vaktim olduğu sürece plastik mağaza poşetlerinde hediye vermemeye özen gösteririm. İçindeki çok basit olabilir ama sunumu göz doldurmalı. Yukarıda gördükleriniz ve benzerleri bu düşünceyle çıkıyor ortaya.
Kurabiye Adam`ın böylesini ilk kez çalıştım. Hikayenin kötü bitmesine rağmen ailece severiz kendisini, daha önce kurabiye olarak da lüpletmişliğimiz oldu:)
Günlerden pazartesi olmasına rağmen kahve keyfimi eksik etmedim. Yanında çifte kavrulmuş fıstıklı Safranbolu Lokumu eşliği ile keyif doruklarda. Bayramda hangi diyarda gezdiğimi tahmin etmek zor değil herhalde. Biraz annemi ziyaret, biraz da yol üstü olan Safranbolu. Yıllar önce de gittiğim ve çok sevdiğim yer orası, şimdilerde beğendiğim yerleri çocuklarla bir kez daha ve çocuk gözüyle keşfediyorum. 1994 yılından beri Unesco Dünya Kültür Mirası listesinde yer alan Safranbolu`yu pek çok yönüyle beğenirken 'keşke' dediğim şeyler de yok değil. Mesela dünyayı saran 'Made in China' salgınından korunması gereken bir yer burası. Böyle bir yerde sadece ve sadece el emeği ve yöreyi anlatan, yöreye ait işler görmek ister gözüm ve paşa gönlüm.
Bu arada "Food Styling" , yemek stilistliğinin neden gerekli olduğunu yandaki fotoğrafı çekme çabalarımda köpüğüyle cebelleşirken anladım. İyi bir kare yakalayana kadar köpüğün güzelliğinden eser kalmadı.
Yanımızda bir de o çok değerli safran bitkisinden getirdik. Bu kadar çabuk açıp güzelliğini sergileyeceğini bilmezdim.
Bilenleriniz vardır mutlaka ama gene de not düşeyim: 80.000 çiçekten yarım kilo safran çıkarılıyor. Kendi ağırlığının 100.000 katı suyu sarı renge boyar. Ağırlığına göre dünyanın en pahalı baharatı, kilosu 15.000 TL! İnanılmaz değil mi?

Gitmeyenler için biraz daha Safranbolu.....

Sadrazam İzzet Mehmet Paşa tarafından yaptırılan "İncekaya Su Kemeri". Sonbaharın boyadığı renklerde yürüyüş için ideal!

Gene İzzet Mehmet Paşa tarafından 1797`de İngiltere`den getirtilen saat kulesi günümüzde hala çalışıyor. Saatin bakımını üstlenen aslında kundura ustası olan İsmail Ulukaya kırk yıldır bu işi gönüllü yapmakta olduğunu söyledi.Yarım saatte bir ve her saat başı çalan çanı duyabilirsiniz.
Fotoğraflardan biri de "Bulak (Mencilis) Mağarası" na ait. Türkiyenin 4.büyük mağarası, gerçekten etkileyici. Toplam uzunluğu 6042 metre. Birbirine bağlı 3 kattan oluşuyor ve mağaranın sadece 400 metresi ziyarete açık.
*Safranbolu fotoğrafları eşimden, teşekkürler kendisine:)
13 Eylül 2011 Salı
Adamı Bozar, Bünyeye Zarar
Hemen harekete geçmeli...Starbucks`ta asortik bir kahve içmeli, alışveriş merkezi ziyaret edilip tüketime katkı sağlamalı, tv`deki reytingi bol dizilerden birine dalmalı ya da politik bazı tartışmaları izleyip nerde yaşadığım hatırlanmalı, dalgınlığı bırakıp yol çukurlarından kaçmak için gerekli manevraları yapmalı....kısaca arınmalıyım Viyana ziyareti sonrası....En büyük katkı aylardan eylül olmasından dolayı çabuk geldi, okul telaşı daha ertesi gün sardı ev ahalisini. Unuttum, gördüğüm onca görsel şöleni, unutulmaz tarihi, Mozart`ı, sanat kokusunu, saygılı insanları, temiz çevreyi, "Schnitzel"`i, "Kaiserschmarrn"`ı, kahvenin tadını...
Schloss Schönbrunn ve Spanische Hofreitschule
"Die Minoritenkirche"(1786)
Der Stefansdom (1365)
Mozart`ın yaşadığı pek çok evden bazıları....
"Sachertorte"`nin orjinali işte burada, aynı zamanda otel burası.
Franz Sacher (1816-1907), 16 yaşında yapmış ilk Sachertorte`sini....Günümüzde hala tartışma konusu (hatırlatayım bizdeki İskender), isim hakkını otel almış "Original Sacher-Torte" ama başka bir pastanede mahkeme sonucu bu ismi almış: "Demel's Sachertorte" Aradaki fark marmelat kat sayısı!
Normal ölçülerde bir insaoğlu kaç tane yiyebilir ki?
Viyana Televizyon Kulesi`nden Bungee Jumping yapmak mı???
Sanal değilim, duyurulur:)
Schloss Schönbrunn ve Spanische Hofreitschule
"Die Minoritenkirche"(1786)
Der Stefansdom (1365)
Mozart`ın yaşadığı pek çok evden bazıları....
"Sachertorte"`nin orjinali işte burada, aynı zamanda otel burası.
Franz Sacher (1816-1907), 16 yaşında yapmış ilk Sachertorte`sini....Günümüzde hala tartışma konusu (hatırlatayım bizdeki İskender), isim hakkını otel almış "Original Sacher-Torte" ama başka bir pastanede mahkeme sonucu bu ismi almış: "Demel's Sachertorte" Aradaki fark marmelat kat sayısı!
Normal ölçülerde bir insaoğlu kaç tane yiyebilir ki?
Viyana Televizyon Kulesi`nden Bungee Jumping yapmak mı???
Sanal değilim, duyurulur:)
21 Eylül 2010 Salı
Legosever(!) Miyiz Yoksa?
Evet evet evet.... Özellikle Legoland`ı gördükten sonra....Çocuklar ve bizim için her zaman hayranlık uyandıran Kuzey`in keşfi Lego, Danimarka/Billund`daki Legoland`da tasarımlarıyla, kusursuz işçiliğiyle, teknolojisiyle, kuzeyli disipliniyle, hepimizi eğlendiren oyunlarıyla bizleri aldı götürdü, hayaller dünyasında üç gün boyunca başımızı döndürdü. Özetle izlenimlerim:
Eğlence ve "marketing" ikilisinin bir arada olmadığı bir yer düşünülemez. Bu büyünün etkisiyle zaten o an size ne verseler almak istersiniz. Bir de çocukları düşünün bu durumun içinde. Benim ufaklık Lego Shop`lardan birinde kararsızlıktan ağladı!!!!
Ben çok rahattım, legodan buz kalıbını görür görmez aşık oldum. Eve dönünce bakın ne yaptık:
- Bu dünyaya girince Legosever olarak çıkarsınız.
- Korsanlarla savaşır, Kızılderililerle kendi ekmeğinizi kendiniz yapar, altın aramaya çıkar, Mısır Piramitlerin`de mumyalardan puanlar toplar, yangın söndürmeye gider, atlantis dalgıçlarına bakar, safariye çıkar, hayvanları tanırsınız vs....
- Çalışan trenleri, otobüsleri, vinçleri, uçakları, yük gemilerini vs.gören çocukları ağzı açık olarak izleme fırsatı yakalarsınız.
- İş disiplinine hayran olup "bizim neyimiz eksik" diye iç geçirirsiniz.
- Danimarka`nın genelinde hakim olan sanat, tasarım, kültür havasını koklarsınız.
- Sanat eserlerinin ve aynı zamanda çocuk köşesinin bir arada olduğu restaurantlarda ya da cafelerde yemek yer, kahve içersiniz.
- Çocuk sevgisinin ne demek olduğunu bir kere daha keşfedersiniz.

Eğlence ve "marketing" ikilisinin bir arada olmadığı bir yer düşünülemez. Bu büyünün etkisiyle zaten o an size ne verseler almak istersiniz. Bir de çocukları düşünün bu durumun içinde. Benim ufaklık Lego Shop`lardan birinde kararsızlıktan ağladı!!!!
Ben çok rahattım, legodan buz kalıbını görür görmez aşık oldum. Eve dönünce bakın ne yaptık:

Kaydol:
Kayıtlar (Atom)